
Sanırım oldukça kabarık çıkardı faturam. Zamanı, alışılagelmiş zaman algısıyla yaşayanlardan olamadım ya da önüme açılan kartlar öyle gerektirdi kim bilir. Hayatı bir oyun masası kabul edersek; ne oyun masasına oturmayı biz tercih etmişizdir, ne de kartlarımızı seçme özgürlüğümüz olmuştur. Fakat dağıtılan kartlarla ne yapacağımız bize kalmıştır. İşte bu noktada elime gelen kartlara rağmen, en iyi sonuca ulaşabilmek için avucumun içindekilere o kadar odaklanıyordum ki zamanla yüz göz olamıyordum. Tamamı ile algımın dışında kalıyordu ve işte bu yüzden tam olarak dahil olamıyordum o ‘an’ denilen garabete… Bu dahil olamayışımı ise dedemle yaptığım kısa bir sohbet sonunda fark edebildim belki de. Neden sonra o sohbetin ardından şöyle yazmışım;
‘Siluetlerden ibaretiz zaman denilen hayali soyutluğun içinde,
Zaman üzerimizden geçen bir gölge en nihayetinde…
Yoksa biz miyiz zaman içinde ki gölge…’
ZAMAN Saatin tik taklarının kulağımda büyüdüğünü hissediyorum.Sessizlik ulaşabileceği en koyu kıvamıyla çökmüşken, düşüncelerimi deliyor, saatin saniye saniye vuruşları. Oysa zihnimi yönlendirmeye çalışıyorum bulunduğu an ve mekândan uzağa. An, diyorum içimden. An- Zaman. Salise, saniye, dakika, saat, gün, hafta, ay, yıl… Yıllar. Komik. Adını bizim koyduğumuz 365 gün 6 saat…Biz insanoğlu ne kadar meraklıyız ketler vurmaya sahip olduğumuz beyine. Her şey bir algı illüzyonundan ibaret olamaz mı? Kendi kendime fark etmeden oluşturduğum ve uzun yıllar sonra çözebileceğim ‘algı illüzyonum’ geliyor aklıma. Bir nevi savunma mekanizması da diyebiliriz. Savunma mekanizması dedikleri şey ilginç bir boyut. Kişinin istemi doğrultusunda gelişmesi kanımca nadirendir. İstem doğrultusunda gelişebiliyorsa buna savunma mekanizması değil davranışsal tercih denmeli. Bende ise, istem dışı, aklımın kendini korumaya almak üzere geliştirdiği algı illüzyonu, savunma mekanizmam olmuştu. Tüm olumsuzlukların içinde, en çok mutsuzluk duyduğum ve büyükleri bir uzaylıymışım gibi izlediğim o anlarda, hiçbir uğraş vermeden bir hayalin içinde bulurdum kendimi. Üstelik hayali yönlendiren ben olmazdım, olamazdım. O kadar gerçekti ki her şey. Her karakter kendi hür iradesiyle hareket edebilirdi. Bulunduğum ortamdan bir haber olduğum ve bedenimle ruhumun aynı yerde nadiren buluştuğunu, çok net bilirdim. Bu da benim algı illüzyonumdu. Zaman, mekân ve olaylardan muaf olduğum. Neydi zaman? Yönlendirebilir miydik? Biz mi yarattık? Peki ya kendimize yapabileceğimiz en büyük kötülükse zaman! Kendi sınırlarımıza vurduğumuz ketse. Kendi elimizle zihnimizi içine koyduğumuz hapishaneyse? Mucizelere inanan bir iç sesim vardı. Dünya göründüğü kadar değildi ona göre. Düzlem ve somutluklardan ibaret olamazdı. Ve ona göre insan içinde barındırdığı ruhun gücünü henüz çözebilmiş değildi. Onun gücünü çözer ise zaman diye sınıflandırıp içine kendini hapsettiği boyutun dışına çıkabilir ve ancak o zaman gerçek insan olma meziyetine ulaşabilirdi. Düşünebilme yetisinin çıkabileceği Nirvana’ya ulaşabilir, dünya üzerinde kendi yarattığı madde tutsaklığından böyle kurtulabilir ve mutluluğa, huzura sahip olabilirdi. Çocuk yaşlarda dedeme sorduğum bir soruyla keşfetmiştim zamanla ilgili fikrimi. iki odalı eski taş evin bahçesinin hemen yanından akan suyun kenarında öylece oturmuş suya attığım taşların durgun suyu soktuğu halleri, dalgalanmaları izlerken hipnotize olmuştum adeta. İnsan gibi küçük bir noktadan başlayıp büyüyor ve dağılıp kayboluyorlardı. Dedem yanıma usulca oturup saçlarımı okşamıştı. -Niye dalgınız bakalım? Düşünmeden soruyla cevap vermiştim. -Dede bir sürü insan var dünyanın her yerinde. Bir de zaman dedikleri bir şey var. İkimiz yan yanayız ya da kimi zaman aynı bahçede iki farklı uçta. Saat ikimiz içinde aynı işliyor sen hızından söz ediyorsun ben yavaşlığından. İnsanın ürettiği makine ikimize de aynı saati gösterirken zihinlerimiz farklı çalışıyor. Bu aynı zaman dilimini paylaşmadığımız anlamına gelmez mi? Şaşkın gözlerle bakışını hatırlıyorum ve tebessümünü. -O küçük kafana bu kadar karışıklığı nasıl sığdırabiliyorsun? Zamanı çıkar aklından. Odaklandığın yer zamanı anlamak ve ona bir şeyler sığdırma çabası olmasın. Şayet zamana sığdırma çabasıyla yapmaya çalıştığın işler ne mutlu eder seni, ne de başarılı olabilirsin. Çünkü bu halde ancak zaman seni yönetir. Unut onu ve yapmak istediklerini iyi belirle, neşeni sınırlara sıkıştırarak yitirmeden yaşadığın ana odaklan. Ancak bu şekilde kendi zaman dilimini yaratır ve başarılı olabilirsin. O an anlamıştım zamandan sıyrılmak gerektiğini. Varlığını ele geçirmesine izin vermezsem yönetebileceğimi…
Daha da önemlisi ‘Kendi zamansal mekanımı yaratabileceğimi’…
Dilek aslan için bir cevap yazın Cevabı iptal et