Mucizelere inanıyordum yalan yok. En çok da insanın gerçekten sevebilme ihtimali olan mucizeye…. Sevme kabasitesinin felsefi bir derinlik ve iç sorgu gerektirdiğini unutarak. Asıl mucize oradaydı işte! Kendini bulmak ve ne istediğini keşfedip, kendine saygı duymak! O basamağa ulaşabilenler ancak içindeki tüm hızursuzluğu, doymayan tanımsız açlığı yok edecek anahtara ulaşabilirdi… Fakat oyunbazlar sahne almış kendileri çalıyor kendileri oynuyorlardı; ölümsüzmüşcesine-ölerek, öldürerek… Bir ruhları yoktu. Sadece açlıkları vardı ve aslında tek kandırdıkları ve harcadıkları günü birlik tebessümlerinin altına saklanan; sade ve sadece kendileri bir de ölü zamansallıklarıydı… Yalanların boyunduruğunda inançsızlaşıyorlardı. Yan yana iken huzurlu olmak yetmezdi, yan yana değilken huzurlu olmaktı aslolan. Ama bu onlar için imkansızdı çünkü alternatif algısında her an, her yere savruluyorlar fakat karanlık ve acı dolu bir yalnızlığa yürüdüklerini göremiyorlardı. Hissediyorlardı, içlerini tanımlayamadıkları bir huzursuzluk kaplıyordu ama hiçkimse bununla yüzleşmek istemiyordu. Ölü ruhlar için sevgi bir ütopyaydı… Sevgi şifaydı fakat onlar bu şifadan yoksun yoksullardı. Sevgi kolay değildi kabul. Öyle olsaydı tüm ilahi kitaplar sevgiyi emretmezdi ya da büyük düşünürlerin yüzlerce yıllık kitapları üstüne basa basa sevgiyi vurgulamazdı… Sevgi her insanın harcı değildi. Çünkü sevmek bir kapasite meselesiydi ve sevgiyi korumak cesaretli bir samiminin başarabileceği bir şeydi… Hiç bir çabaya gerek kalmaksızın gösterilen dürüst ve içten bir samimiyet en büyük eylem, en büyük emekti!
Yorum bırakın