
Batan güneşi ardında bırakıp, yeni doğacak güne umutla uçmayı öğrendik öğreneli gözümüzde yaş ıslak kalmıyor.
Oysa, batan güneş anılarımızı karanlıklara saklasa da yok edemiyor. Öyleyse neyden kaçıyoruz ki? Ya da kaçabiliyor muyuz?
Yeni güne umutla kanat açmak, açabileceğini bilmek her şeyi hor duygularla tüketebileceğimiz anlamına gelmiyor. Zira tükettiklerimizce tükeniyoruz…
Her saniyenin kıymetini bilmek ve sahip çıkmak gerekmez mi? Hiç bir şey, bir diğer hiç bir şeyin yerini tutmaz, tutmayacak…
Hepimiz hiçlikten doğup hiçliğe gitmeyecek miyiz? O zaman “bu arada” varolduklarımıza, “varoluşlarımıza” sahip çıkmalıyız diyorum. Varlığına saygı duyabilmek için onu hissedecek ve onunla barışacak bir sahip çıkmadan söz ediyorum.
Örneğin; çok sağlam yalancılar tanıdım hayat boyunca ama hep üzülmüşümdür onların adına. Ne büyük acıdır kendini kandırmaların içinde kayboluşlar. Bu kayboluş en kötüsüdür. Hoş bizim toplumsal yapımız dürüst konuşmalara pek müsait değil. Öyle büyümedi çünkü. İşte bu durum hiçlikten gelip hiçliğe giderken, aradaki o varoluşu yok eden durumlardan biridir. Gidenleri ölümsüz kılan şeyleri ve onları hiç olmaktan kurtaran şeyleri düşünürseniz ne demek istediğim daha net canlanacaktır gözünüzde…
Çünkü hepimizin yüreğinde ölse de ölmeyenlerimiz vardır. Veya yaşarken kendini bizim için hiç edenlerimiz.
Bu kadar hiçlikten söz ettim diye “nihilist” “hiçselci” olduğum fikri oluşmasın lütfen. Zira değilim…
Gönüllerde ve hafızalarda “hiç” olmayacağınız bir hayat dilerim…
Yorum bırakın