Dolu dizgin akan nehrin yanına yanaştı çıplak ayaklarıyla. Dizleri titreyerek, yarısı suya dokunan yosunlu kayanın üzerine oturdu ve aklının içinde yinelenen soruları tekrar etti;”kimim ben, adım ne ki benim?”
“Adının bir kıymeti, kim olduğunun bir ederi var mıydı?”düşünüyor, düşündükçe içi içini yiyordu. Coşkun akan suya döndü. Düşüncelerine hakim olamıyordu;”Şu suyun akışı gibi hayat, geçtiği yere tekrar dönemiyor ve dahası dokunduğu taşı yanında götüremiyordu. Peki, o su kadar bir şeye hayrımız dokunmuş muydu? Ya da hayrımız dokunacak bir yaradılış amacımız var mıydı?”
İçi daha çok daraldı. Öylesine gelişine yaşamanın, ölesiye yaşamaktan farkı yoktu…
Buna yaşamak denemezdi. Olsa olsa bunun adı; ölümü beklerken, zamanı öldürmek olabilirdi.
Anlam bulmadan, kendine ait mana olmadan yaşamak, yaşamak değildi…
Farkındalık şansı tanınmamıştı ki hiç. Ne dedilerse onu yapmıştı. Doğdu, evlendi, doğurdu, doyurdu…
Öylesine gelişine yaşadı işte…
Adının ne olduğunun ne önemi olabilirdi? Ederi neydi?
Ederi söz dinlemekti!
Ederi düşünce ve töre diye önüne koyulanı sorgulamadan yapmaktı…
Ta ki hayalleri ölene kadardı acıyı hissetmesi…
Hayaller ölünce acı da ölüyordu! Toplum denilen hırsızlar büyük cinayetler işliyordu. Adının kıymeti kadın olmakla son buluyordu…
Yorum bırakın