
Günah çıkarmak öyle kolay değildi ki… Eline bulaşan kiri yıkamaya benzemezdi bu durum. En nihayetinde Timur, bu bilinçle omuzlarına çöken vicdanının ağırlığına direnerek, dizlerinin üzerine düştüğü yerden zar zor doğruldu ve Zeliha’nın açtığı kapıdan içeri girdi. Günah çıkarmak değildi ilk amacı, olamazdı. Zira vicdanını kemiren her ne varsa düzeltmedikçe bu mümkün olmayacaktı.
Zeliha mutfağa yöneldi, Timur o kocaman omuzları çökmüş, ipe giden bir suçlu gibi bitkin bir halde, Zeliha’nın ardından mutfağa girdi. Ne kadar huzurlu göründü gözüne o bodrum mavisi ve beyaz karışımlı ahşap mutfak. Ah bir de o başını bulandıran hüzün ve nem kokulu nergis olmasaydı belki bir parça daha iyi hisserdi. Dantel mini perdelerin işlemelerinden sızan güneş ışığı tam ortaya kurulmuş tahta masaya doğru sızıyor, tılsımlı bir hava katıyordu ortama. Zeliha tezgaha yönelmiş ve eline bakır cezveyi almıştı.
-Otursana, kahve içer misin?
Timur, olur diyememiş sadece başını sallamıştı.
Zeliha kahveyi ocağa koydu, çekmeceye uzandı ve ani bir hareketle eline aldığı bıçağı Timur’un adeta yüzünü sıyıracak kadar yakınından savurup masaya sapladı. Timur, korkuyla geriye doğru attı kendini. Zeliha, içinde aşağılama ve iğrenme barındıran bir tebessüm fırlattı Timur’un yüzüne;
-Korktun ha! Bu demek oluyor ki vicdanın, henüz yaşama sevincinle arana girememiş, öyle olsa idi kılın kıpırdamazdı. Neyse… Şimdilik korkmana gerek yok ama bu bıçak konuşmamıza eşlik edecek. Seni tehdit ettiğimden değil, ciğerimizi yakarak öldürdüklerini ve artık aramızda ki sınırı aklında tutarak konuş diye…
Cümlesini tamamlarken, kabzasını tuttuğu bıçağı usulca bırakarak ocakta kaynamaya başlayan kahveye yöneldi. Zeliha henüz kırklı yaşlarının başındaydı fakat kestane rengi küt kesimli saçlarının arasına beyazlar serpilmiş, yaşından çok daha olgun ve daha büyük bir hüzün çökmüştü üzerine. Bu tabloya öfke de eklenince Timur’un çekincesi büyüyordu. Kısa bir an sonra Zeliha iki kahve fincanıyla masaya yaklaşarak kahveleri bıraktı ve Timur’un hemen karşısında ki sandalyede duran şalını omuzlarına sardı, içi ürpermiş, üşümüştü. Soğuk kanlı görünmeye çalışsa da, içini kavuran öfke ve merak gözlerine yansıyor, kendini sıktığı için titreme çoğalıyordu. Derin ve sakin nefesler çekerek nabzını düzeltmeye çalıştı. Başını geriye atarak omuzlarını dikleştirdi, yüzüne güçlü ve küçümseyen, birazda küstah bir ifade takınarak, Timur’un karşısında ki sandalyeye oturdu. Konuşmayı başlatan o olmayacaktı. Ortalık adeta bir ölüm sessizliğindeydi. Öyle ki ikisinin nefes alışverişi ve eve sızmayı başarmış bir kara sineğin tahammül zorlayıcı vızıltısı ortamı sarıyordu. Timur konuşmaya başlayacaktı ama nereden başlayacağını bir türlü bilemiyordu. Bir de boğazına takılıp kalan bir düğüm vardı ki; ah bir yutkuna bilse, belki ilk kelime dökülecekti dudaklarından. Daha fazla hazır olmayı bekleyemezdi. Konuşmalıydı. Hafifçe araladı dudaklarını, sesini aradı ama olmadı. Hafifçe öksürerek boğazını toparlamaya, sesini tekrar bulmaya çalıştı ve dili çözüldü;
-Ahmet…
“Arkası yarın…”
Yorum bırakın